27 Kasım 2013 Çarşamba

ÖĞRETMENLER KOROSU 2013 KONSERİ PROVASINDAN GÖRÜNTÜLER DEMETİ :)


Arkadaşlarımın emeklerine sağlık...Yeni çalışmalarımız çok yakında...Daha iyi repertuar ve sahne performansıyla karşınızda olacağınızdan emin olun :)

23 Kasım 2013 Cumartesi

ÖĞRETMENLER GÜNÜNE ÖZEL (23 KASIM 2013-Ankara)



Bursa Saat Kulesi(2013 Kurban Bayramı)

Ben Mehmet ÇEBİNOĞLU. Artvin, Arhavi doğumluyum ve öğretmenim. Öğretmenim ama ben de öğrencilerimle beraber öğrenmeye devam ediyorum. Kısaca öğrenciyim aynı zamanda.
2013 yılının Ankara’sından geriye doğru baktığımda bulunduğum noktanın, tecrübelerimin, elde ettiklerimin oralardan hayal bile edilemediğini görüyorum ki hayal kurmasını ne kadar sevdiğimi bu yazıyı okuyanlar ve beni tanıyanlar bilirler. Bunu övünmek için yazmıyorum ancak ben hayal bile edemediğim noktadaysam bu biraz da öğrencilerimin katkılarındandır. Ayrı ayrı hepsi bir şeyler kattı hayatıma. O nedenle her öğrencime ayrı ayrı teşekkürü borç bilirim.
İlk görev yerim Kütahya ili, Simav ilçesi, Kestel Köyü, Kestel Ortaokulu’ydu. 11 Kasım 1996’da göreve başladığımda ilk kez derse girdiğim sınıf 8/A idi ve bu sınıf üç kişilik bir sınıftı. İlk günlerde şimdiki öğretmenlik heyecanım da yoktu, coşkusu da… Zamanla öğretmenlik coşkusu ve heyecanı yerleşti kalbime ve beynime. Öğretmenliği sevdim ve keyif almaya başladım. Çocukluk ve gençlik hayallerimde bir gün öğretmen olacağım yoktu mesela… Yoktu ama hayatımın dönüm noktası oldu sayılır. “Sahne tozunu yutmayan anlamaz.” misali ben de üç kişilik ilk girdiğim 8/A sınıfıyla birlikte dünyayı değiştirebileceğim inancı yavaş yavaş ortaya çıktı. Sonra dünyayı değiştiremesem de Türkiye’yi değiştirebileceğime inanmaya başladım… Zamanla Türkiye’yi olmasa da bulunduğum şehri değiştirebileceğimi düşünmeye başladım … Daha sonraları şehrimi değiştiremesem de çalıştığım okulu, sınıfı, bir öğrenci olsa dahi değiştirebileceğime inanmaya başladım… Belki yılların verdiği yorgunluk, eğitime yeteri kadar değer verilmemesi vs.dir bunun nedeni. Bilemiyorum… Peki, pes mi ediyorum? Asla! Onar, yirmişer genç beyne ulaşabileceğime olan inancım bir kenarda hala saklı duruyor. O nedenle de hala ilk zamanlardaki “Dünyayı değiştirebilirim.” deki şevkle çalışıyorum. Büyük bir keyifle hem de… Denizyıldızı hikâyesi vardır. Sahildeki bütün yıldızları kurtarmak mümkün değildir belki ama  “Eline bir seniz yıldızı alır ve okyanusa atar.’En azından o kurtuldu’ “
Öğretmenliğin önemi anlatılırken –muhtemelen herkes bu yıl da aynı kalıpları kullanacaktır- hep aynı klişe sözler kullanılır: “Öğretmenlik kutsal bir meslektir.” hatta “En kutsal meslektir.” ya da “Öğretmen mum gibidir kendi erirken etrafını aydınlatır.”  ya da “Öğretmenlik para için yapılmaz.” vs.vs.vs.   Evet, belki hepsi doğrudur. Ancak başka türlü de anlatılamaz mı öğretmenler ve öğretmenlik?  Onurlandırılamaz mı? En azından fazlasıyla hak edilen “saygı” herkes tarafından gösterilemez mi? Neden öğretmenler “sahipsiz” olduklarını düşünürler? Bu durumda olmamızda muhakkak ki biz öğretmenlerin de payı vardır. Bu noktada Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin ile yaşadığı hikâyeye atıfta bulunmam gerekiyor:
Fatih Sultan Mehmet sınıfta hiç akıllı durmaz, önünde oturan çocuklara kalem batırır, bağırır çağırırdı. Hocası Akşemsettin bir şey dediği zaman “Sen bana bir şey diyemezsin, ben padişahın oğluyum.”diye tehdit ederdi. Akşemsettin artık bu durumdan rahatsız ama bir o kadarda çaresizdi. Padişahın karşısına bu konu hakkında gitmekten hayâ ediyordu. Padişaha çocuğunu şikâyet etmek düşüncesi ona çok ağır geliyordu. Birgün artık her şeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı. Padişah durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını Akşemsettin’in kulağına usulca açıkladı. Aman yarabbi bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak. Akşemsettin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi. Ertesi gün yine ders ortamında ve yine Fatih Sultan Mehmet yaramazlık yapıyordu. Akşemsettin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemsett’in hiddetlenerek padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi.Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi. Plan muhteşem işlemişti.O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı; çünkü güvendiği dağlar kar almıştı artık...İşte Akşemsettin’in kulağına fısıldanan muhteşem plan,işte çocuk eğitimi.İşte onlar, işte biz....Koskoca padişah sırf çocuğunu terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeği göze almıştı.” Belki günümüzde bu kadarını istememiz abartılı olur ancak biraz da edep diyorum …
             
                   Sadece eksik olan “saygı” mı ki? Tabiki hayır! Neticede yakındığımız davranışlardan bizlerin de eğitim camiası olarak sorumluluğu vardır. Bundan da önemlisi okullardaki “öğretme” yarışı. Tamam, öğretelim öğretmesine de biraz da eğitelim. Eğitici tarafımıza bakalım. Neden eğitim sistemimiz sanata, spora, edebiyata, resme vermez? Neden öğrencilerimizin ya da öğretmenlerimizin herhangi bir sanat, spor, edebiyat, resim çalışmaları olmaz, olsa da gerekli değeri görmez? Öğretmenlik kariyerine etkisi neden hiç olmaz?  Çünkü eğitim sistemimiz buna müsaade etmez. Gerekli donanım yoktur. Dolayısıyla bu sistem içerisinde “öğretme” koşturmacasından başka bir şey çok az yapılır. Okullar  “eğitme” temelli değil de “öğretme” temelli olduğundan insanlığa ait ortak değer yargıları da ikinci planda kalıyor. Hem okulda hem de sosyal hayatta...
            Bizde önemli olan bir öğrencinin Türkçe dersinde şiir yazması, hikâye yazması, okuduğu kitabı eleştiren bir yazı yazması ya da konuşma yapması değil de yirmi soruluk teste verdiği doğru cevap sayısıdır. Öğretmen için de, veli için de, öğrenci için de… Sonuç yirmide yirmiyse herkes mutludur… Çünkü çocuğun geleceğini şiir yazmak ya da okumak kurtarmayacak verdiği doğru cevap sayıları kurtaracaktır. Yani şıklar arasında dans etmesi önemlidir, sahnede değil. Yanılgının da alasıdır tabiki…  Önemli olan sahnede dans etmektir. Eğer sahneye çıkmazsan önüne konanlarla yetineceksin demektir her zaman. Dört ya da beş şık. Alternatif o kadar olacaktır… Düşünmene de gerek yoktur. Düşünmüşlerdir herkesin yerine ve önümüze koymuşlardır. Aslında her şey birbirine bağlı. Biraz dikkatli bakmak gerekiyor o kadar. Nedir efendim demokrasi? Kısaca, seçimler yoluyla halkın kendi idarecilerini seçmesidir, diyebiliriz. Güzel de kimler arasından seçecek bu idarecilerini? Tabiki önüne konanlar arasından. Şimdi bir düşünelim ne fark var ki eğitim sistemimizle, demokrasimiz arsında? Hiçbir fark yok…
            Bizde A noktasından B noktasına gitmenin bir tek doğru olan yolu vardır. Bu yolu da şıklar arasından bulmak en büyük beceridir. Öğrenciye A noktasından B noktasına gidebileceği başka yolların da olabileceği, bu yolları araması gerektiği anlatılmaz. Fakat bunun olması insanı zenginleştirir. Kendine olan güveni geliştirir. Çünkü herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değildir. Olmamalıdır. Yani herkesin sahneye çıkmak gibi bir hakkı olmalıdır.
            Bir radyo röportajı dinlemiştim. Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölüm Başkanı anlatıyordu: “Bize gelen birinci sınıf matematik bölümü öğrencileri Türkiye’nin puan olarak en iyi öğrencilerindendir. Bununla birlikte bölümün ilk sınavı olan vizeye giren öğrencilerimizin yüzde sekseninin sınavın ilk on beş dakikasında sınav kâğıdını teslim etmektedirler. Bunun nedeni de üniversitede onların önüne şıkların konmamasıdır. Öğrencilerin neredeyse tamamı bu duruma hiç de alışık değillerdir ve çok zorlanırlar.” Galiba balık tutmayı öğretme derdi yok kimsede… Yok mu balık tutmayı öğrenen, eleştiren, sorgulayan beyinler? Elbette var: Tolga ORDU var mesela… ya da Özgür KANTAR… Başkaları da var… Akademik olarak daha başarılı öğrencilerim oldu olmasına ancak bu adamlar dünyaya farklı gözlerle bakıyorlar, farklı açılarla… Birisi müziğin penceresinden bakıyor dünyaya… Müzikle eleştiriyor, sorguluyor, öğretiyor, öğreniyor… Diğeri sinemanın penceresinden bakıyor dünyaya…  İkisi de aslında farklı ve aykırı tipler. Farklılık peşindeler… (İzin almadan adınızı kullandım beyler…) İkinizi tanıştırmayı çok isterim. Biriniz Artvin’den, biriniz Bursa’dan. Tesadüf mü acaba? Yo, yok sanmıyorum tesadüf olsun…
            Her şey bir yana öğretmenlik sizi o gençlerin içine içine çeker durur. Kızarsınız, öğrencilerinizlesinizdir; sevinirsiniz, öğrencilerinizlesinizdir… Bir süre sonra da onlarsız olunmayacağını anlarsınız.
            Bütün sorunlara, eksikliklerimize rağmen ben büyük bir keyifle öğrencilerimleyim. Hem de her geçen gün daha çok keyiflenerek…
            İyi ki öğretmenim…
            İyi ki öğrencilerim var…
            İyi ki varsınız…



Mehmet ÇEBİNOĞLU
23.11.2013
Saat:21.30
           
           


22 Kasım 2013 Cuma

ÇORUM-DOĞANLAR KÖYÜ- 2013 KURBAN BAYRAMI

GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN (FOTOĞRAF:BERKSU ÇEBİNOĞLU-2013-KADIKÖY

Gözlerin İstanbul Oluyor Birden


Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Yavuz Bülent Bakiler

ÇORUM'DAN(KURBAN BAYRAMI.2013)-EKİM

 
:):):):):):):):):):)

DEVLET HALK DANSLARI AMATÖR ÇOCUK DANS GRUBUNUN ANNELER GÜNÜ GÖSTERİSİ-2013-MAYIS

7 Eylül 2013 Cumartesi

ÖĞRETMENLER KOROSU SANAT MÜZİĞİ KONSERİ 2013


"Öğretmenler Koromuz" 2013 yılı konserini 7 Haziran 2013,Cuma günü verdi.Sincan Lale Kültür Merkezindeki konserine sanat müziği ile başladı.Bizce çok başarılı bir konser oldu... Koromuzu oluşturan 28 tane birbirinden değerli öğretmen arkadaşımı ayrı ayrı kutluyorum...

ÖĞRETMENLER KOROSU HALK MÜZİĞİ KONSERİ-2013

"Öğretmenler Koromuzun" 2013 yılı konserinin 2.bölümü Halk Müziği Konseri şeklindeydi...Bu bölümün son kısımları da Karadeniz türküleriyle doluydu... Koromuz alnının akıyla bu konseri başardı...  Herkes harikaydı... Tekrar tebrikler...

töre(bursa kamil sarıaydın ilköğretim okulu-2007).mp4

Bursa'daki öğrenci arkadaşlarıma çok çok selam göndererek...Özelsiniz ve özlendiniz...

4 Ağustos 2013 Pazar

İSMET BERKANT" EN ZOR MANTIK BULMACASINI ÇÖZDÜ "

Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan geçtiğimiz hafta köşesinde duyurduğu "Dünyanın en zor bulmacası"nın cevabını bu hafta okuyucularıyla paylaştı. 2007 yılında Radikal'de yayınlanan bulmaca için "Bence hala eğlenceli ve güncelliğini koruyor" diyen Berkan, geçtiğimiz haftaki yazısında "Bunu çözen her şeyi çözebilir" demişti. Berkan, soruyu lisede öğrendiği bir mantık terimiyle çözdü. İşte Berkan'ın "En zor mantık bulmacasının çözümü" başlıklı yazısı: Ünlü internet ansiklopedisi ‘Wikipedia’da ‘En zor mantık bulmacası’ adıyla kendine ait bir maddesi bile bulunan, çözümünün dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi’nin ‘Harvard Review of Philosophy’ dergisinde özel bir makaleyle yayımlandığı ve benim de geçen hafta köşeme konuk olan bulmaca, pek çoğunuzu epey meşgul etti. "BULMACAYI HATIRLAYALIM" Önce bulmacamızı hatırlayalım: A, B ve C diyeceğimiz üç tanrı var, bunların isimleri Gerçek, Yalan ve Rastgele. Gerçek her zaman gerçeği söylüyor, Yalan her zaman yalan, Rastgele ise bazen gerçeği bazen yalanı söylüyor tamamen rastgele. Üç tane evet-hayır sorusu sorarak ve her soruyu mutlaka tanrılardan tek bir tanesine yönelterek A, B ve C’nin hangisinin Gerçek, hangisinin Yalan ve hangisinin Rastgele olduğunu bulmalısınız. Bu tanrılar Türkçe anlıyorlar, ama kendi dillerinde konuşuyorlar sadece. O dilde de ‘da’ veya ‘ja’ diyorlar sorulara cevaben. Bu kelimelerden hangisi ‘evet’ hangisi ‘hayır’ anlamına geliyor, bunu da bilmiyoruz. "LİSEDE ÖĞRENDİĞİ MANTIK TERİMİ.." Cevaba geçmezden önce sizlere lisede öğrendiğimiz bir mantık terimini hatırlatmam gerek. İngilizce kısaltması ‘iff’ olan, bizim Türkçe lise mantık derslerinde ‘eğer ancak-ise’ diye öğrendiğimiz (İngilizcesi ‘if, and only if’) araçtan söz ediyorum. Bu ‘iff’i iki önermenin arasına koyduğunuzda, önermelerin ikisi de doğru veya yanlış olsa dahi sonuçta ‘doğru’yu elde edersiniz. Ama eğer biri doğru biri yanlış iki önermenin arasına ‘eğer ancak-ise’ koyarsanız bu kez yanlışı elde edersiniz. "ÖRNEĞİN.." Örneğin, ‘Dünyamızın uydusu olan ay peynirden yapılmıştır IFF Roma Rusya’dadır’ cümlesi doğrudur, çünkü ayın peynirden yapılmış olması ve Roma’nın Rusya’da olması önermelerinin ikisi birden yanlıştır. Ama mesela ‘Ay peynirden yapılmıştır IFF Roma İtalya’dadır’ denseydi bu cümle yanlış olurdu, çünkü önermelerden biri doğru biri yanlıştır. "ÇÖZÜME GEÇEBİLİRİZ" Evet artık çözüme geçebiliriz: İlk yapmamız gereken şey, ‘Rastgele’ olmadığından emin olduğumuz bir tanrı bulmak, Doğru veya Yalan olması önemli değil. Bunun için de diyelim A tanrısına şu soruyu sorarız: ‘Da’ evet demek midir IFF sen Doğru’ysan IFF B tanrısı Rastgele midir? Eğer A, Doğru veya Yalan ise ‘Da’ cevabını alırsanız, o halde B Rastgele’dir ve C Doğru ya da Yalan’dır. Ama yok ‘Ja’ cevabını alırsanız, B’nin Rastgele olmadığını anlarsınız; B Doğru da olabilir, Yalan da. Peki ya sizin soru sorduğunuz A tanrısı Rastgele ise? O zaman, ne B ne de C Rastgele’dir! Yani, eğer A Rastgele ise ve ‘Da’ cevabını veriyorsa, C Rastgele değildir (tabii B de değildir ama şimdilik bu önemsiz), ve dolayısıyla C ya Doğru ya Yalan’dır. Eğer A Rastgele’yse ve ‘Ja’ cevabını alıyorsanız, B Rastgele değildir (tabii C de değildir ama şimdilik bu önemsiz), ve dolayısıyla B ya Doğru’dur ya Yalan. Kısacası, A’nın Doğru, Yalan veya Rastgele olmasının önemi yok; eğer ilk soruya ‘Da’ cevabı alıyorsanız C ya Doğru’dur ya Yalan. Eğer aldığınız cevap ‘Ja’ ise bu kez B ya Doğru ya Yalan. "İKİNCİ SORUMUZU SORALIM" İlk soruya aldığınız cevaba bağlı olarak B veya C’den birine dönebiliriz. Gelin ‘B’ye döndüğümüzü varsayalım ve ikinci sorumuzu soralım: ‘Da’ evet demek midir IFF Roma İtalya’da mıdır? Doğru bu soruya ‘Da’ cevabını verecektir, Yalan ise ‘Ja’. Böylece B’nin Doğru mu Yalan mı olduğunu saptamış bulunuyorsunuz. "ÜÇÜNCÜ SORUMUZ.." Üçüncü ve son sorumuz için yeniden B’ye dönüyoruz: ‘Da’ evet demek midir IFF A Rastgele midir? Varsayın ki B ‘Doğru’dur, o zaman size ‘Da’ diyecektir ve A da ‘Rastgele’dir. C ise Yalan. Yok ‘Ja’ cevabını alısanız, o zaman A Rastgele değil Yalan’dır, C ise Rastgele’dir (B’nin Doğru olduğunu varsaydık). Varsayın ki B ‘Yalan’dır. Eğer ‘Da’ cevabını alırsak, B yalan söylediğine göre A Rastgele olamaz, o Doğru’dur ve C de Rastgele’dir. Ama yok ‘Ja’ cevabını alırsak o zaman A Rastgele’dir, C ise Doğru.

İSMET BERKAN'TAN "En Zor 10 İş Görüşmesi Sorusu"

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24453826.asp

27 Temmuz 2013 Cumartesi

DOYDUĞUN YER Mİ MEMLEKET YOKSA DOĞDUĞUN YER Mİ?

1 Temmuz 2013 Pazartesi günü sabah saat 10.00’da Çorum’dan başladığımız Artvin,Arhavi yolculuğumuz keyifli geçti sayılır. Akşam 20.00’den itibaren fırtına sayılabilecek yağmuru saymazsak tabi ki… Neyse aynı günün gecesinde saat 22.00’de Balıklı köyündeki evimize girebildik.
İkinci gün çocukluğumun ve gençliğimin (19 yaş)geçtiği topraklarda tek başıma gezinip durdum. Özlemlerimi gidermek için çıktığım bu yolculukta özlemlerimin daha da arttığını fark ettim.Sular seller gibi yağan yağmuru izlemek ve çatıdaki saçın çıkardığı yağmur sesini dinlemek için eşiğine oturduğumuz kapı tam karşımda…
Yirmi sene önceki gibi… Sanki zaman durmuş ben de seneler öncesindeyim.”Önce ben oturacağım.” diyerek kendimizi attığımız kapı eşiğine usulca oturuyor,yağmurun saçtaki tıkırtısını dinliyor,saçın oluklarından akan yağmurun toprakla buluştuğu noktadaki desenlere dalıyorum...Aynen Nazan BEKİROĞLU’nun “Nar Ağacı” adlı roman kahramanının eski bir fotoğrafa bakarken fotoğrafın çekildiği zamana gitmesi ve o zaman dilimini kimseye görünmeden yaşamaya başlaması gibi...
Yürümeye çıktığımda yağmurdan ıslanmış çay bahçesinin ayaklarımı çize çize dizlerimden aşağısını ıslatmasını özlediğimi hissettim ve bütün çay bahçesini dolaşmaya başladım.Evet, bu arada ıslandım;ama iyi geldi gezmek de ıslanmak da...
Çay bahçesinin ortasında yıllara meydan okuya “KARAYEMİŞ” ağacından meyvesini koparıp yedim.(Mayhoş tadını özlemişim.) fotoğraflarını çektim...Bu arada yağmur da hızını arttırdı yavaştan yavaştan...Çay bahçesinde yürümeye devam ettim.Bir zamanlar tamamen ormanlık olup gençliğimizin ilk yıllarında (ortaokul sıralarında) ev ahalisiyle birlikte çalışıp çabalayarak çay bahçesine dönüştürdüğümüz tarafa geldiğimde karmaşık duygulara kapıldım… Üzerinden yıllar geçmiş...Oysa dün gibi...
Sonrasında babamı ormandan en a üç saatlik yoldan getirip de diktiği;bizim de o zamanlar “Yahu baba her taraf ağaç, üç saatlik yoldan ıhlamur ağacı getirilip dikilir mi?”diye söylendiğimiz ıhlamur ağacı çıkıyor karşıma. Üzerinde “karakovan”… Çay bahçesinde çalışırken sıcaktan bunaldığımızda gölgesine sığındığımız, sırtımızı yaslayıp dinlendiğimiz ıhlamuru da sanki benim modelimmiş gibi fotoğrafladım.
Kendi etrafımda 360 derece dönerken iki kardeşim-Gökhan ve Selçuk– ile anne ve babamla –Naciye ve Ahmet– geçirdiğimiz o zor ancak çok güzel günleri hatırlıyorum.”Zaman” kavramı takılıyor zihnime.Aslında zamanın akış hızı hep aynı olmasına aynı ;ama belli bir yaştan sonra-yolun yarısı olan 35 yaş herhalde-çok daha fazla şey yapmak istiyor insan ve zamanın yetmediğini, hızlıca akıp geçtiğini düşünüyor...Yaş da 35’te durmuyor tabi...Bir de “Yolun Sonu” var. Yıllarını bu eve ve yattığı topraklara veren babaanneme de Allah’tan rahmet dilemeden geçemedim.Şimdi, yıllardır üzerinde nefes alıp verdiği kendi topraklarına, bütün hayatını geçirdiği ve son nefesini verdiği evine bakıp duruyor...Sonsuza kadar...
Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümünü kazandığımda “Boğulursam büyük denizde boğulayım.” diyerek ,buralardan çıkmak;büyük şehirlerde yaşamak için verdiğim mücadelenin aslında zorunluluktan olduğunu anlıyorum.Buraları sevmediğim, istemediğim için değil...Bu noktada teyzemin anlattığı bir hikâye aklıma geldi...Yazmadan geçemeyeceğim… “İşadamının biri küçük bir balıkçı kasabasına tatile gelir ve balıkçılıkla uğraşan birisine gözü takılır.Balıkçı her gün küçük bir kayıkla denize açılıyor,birkaç kilo balık tutuyor, ihtiyacı olduğu kadarını satıp kazandığı parayla ailesinin ihtiyaçlarını gideriyor;geriye kalan balıkları da ihtiyacı olanlara dağıtıyor. İşadamı bir gün dayanamıyor ve balıkçıya bir teklifte bulunuyor:”Sana büyük tekneler alayım,daha çok balık tutabilirsin bu şekilde.Başka şehirlere balık ticaretine başlarsın.Daha çok para kazanısın.” Balıkçı usulca sorar:”Sonra?” İşadamı cevap verir:”Daha rahat bir yaşamın olur,evin olur,çocuklarının istediklerini alabilirsin..” “Sonra” “Sonra emekli olursun ve küçük bir balıkçı kasabasında huzurlu bir hayat sürersin…” Balıkçı:”Ben zaten küçük bir balıkçı kasabasında huzurlu bir hayat sürüyorum. Bu kadar saçmalığa ne gere var!” Evet,bugün Ankara’da doyuyorum doymasına; ama genlerime kodlanmış olan memleket: Artvin/Arhavi (Didi Noğa-Büyük Arhavi) Mehmet ÇEBİNOĞLU

19 Temmuz 2013 Cuma

MEVLANA

Yüzde ısrar etme, doksan da olur. İnsan dediğinde, noksan da olur. Sakın büyüklenme, elde neler var; Bir ben varım deme, yoksan da olur. Hatasız dost arayan, dosttan da olur.